23 Aralık 2009 Çarşamba

ATAM İZİNDEYİZ: AZİZ NESİN

Hani "Türk, öğün, çalış, güven" demiştin ya. Biz ilkinde takılıp kaldık. O yüzden çalışmaya vakit kalmadı. Kimselere de (kendimiz dahil) güvenmiyoruz. Sadece seninle övünüyoruz.
Adına barajlar, yollar, köprüler yapıyoruz. Balolar, heykeller, hatalar yapıyoruz. Klipler, zamlar, işkenceler, darbeler. Öyle bir kargaşa yarattık ki senin adına darbe yapanlar, senin adına yönetimde olanları devirip, senin fikirlerinle açıklıyorlar bunu. Ve de devrilenler yine senin fikirlerinle savunuyorlar kendilerini. Senin adına iktidara el koyanlar mirasını çiğnedi, ses çıkartmadık. Kurduğun partiyi kapatıp, arşivini yaktılar. Alkışladık.
Herkes seni bir dönemki görüşlerinle tanımlayıp başka başka anlatıyor bize.
Asker, demokrat, dindar, ateist, laik, çapkın, milliyetçi. Liste uzayıp gidiyor, biz tartışıp gidiyoruz.
Hala "izindeyiz" ve bu izin hiç bitmeyecek gibi görünüyor. "İzinde" olduğumuzdan kabrine çok ziyaret yaptık, ama sana layık bir film yapamadık. Belki kimseleri sana benzetemediğimizden, belki parayı denkleştiremediğimizden. Dev posterlerini yaptık ama doğru dürüst bir belgeselini bile yapamadık. Ata'm! Arkandan ağlamaktan gözlerimiz şiştiği için yazılarını, konuşmalarını doğru dürüst bir kitapta toplayamadık.
Adına yaptığımız köprülere akın akın koşuyor yurttaşların. İntihar etmek için. Adına kurduğumuz kültür merkezini yangından koruyamadık. Çünkü biz izindeyiz Ata'm.  Zorlu savaşlarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinde bugün çetelerin gölgesi var.
Her sabah güne "Türküm, doğruyum, çalışkanım" diye bağıran, geri ve tembel nesiller yetiştirdik. Sesimiz gür çıkıyor ama eğitimde başarı oranlarımız yerlerde sürünüyor.
Köşklerin bakımsızlıktan dökülüyor. Kocaman resimlerinin asıldığı kamu binaları içinde memurun aç. "Beni emanet ediniz" dediğin doktorların biliyorsun seni "geç teşhisten" erken yolcu ettiler.
Merak etme "izindeyiz" Ata'm. O dönemde söylediğin bazı sözler bugün 7 kilit altında. Din üzerine, düşünce özgürlüğü üzerine yazdıklarını yazmaya,
söylemeye kalkanlar mahkemelerde sürünüyorlar. O gün yazdıklarını, bugün ağza alamayacak haldeyiz.
Seni asmaktan vazgeçtik, sana ulaşamıyoruz Ata'm. Heykellerin o kadar büyük, posterlerin öyle kocaman ki, ardında bir dolu adam kendi pisliğini gizleyebiliyor. Pislikler büyüdükçe heykelleri de büyütüyorlar.
Şu "izindekiler"in listesini bir görsen inanamazsın Ata'm. Kendini tanıyamazsın. Özlü sözlerini paylaşamıyorlar. Yılgınlığa düşmememiz için söylediğin "küçük kıvılcımlar, büyük yangınlar doğurabilir" sözünü gitmişler itfaiye kapısına asmışlar.
Bağışla bizi... İzindeyiz Ata'm...!!!

13 Aralık 2009 Pazar

İLİŞKİLERİN KISIRDÖNGÜSÜ - CAN DÜNDAR

Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında. En güzel yıllarınızın, acı-tatlı hatıralarınızın ortağıdır o. İç çekişmelerinizin nedeni, sohbetlerinizin konusudur. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca koştuğunuz bir bayrak. Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz. Ama, gün gelir anlamaya başlarsınız; içten içe bir şeylerin eksildiğini. Yavaş yavaş şurasından, burasından eleştirmeye başlarsınız: "Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz, ya da eskisi gibi, ilk zamanlardaki gibi olsa, daha çok ilgilense, hep benimle ilgilense. Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi?" diye açılır eleştirinin kapısı bilinçaltından. Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz. O, sevgisizliğinize yorar bunu. "Ya beni böyle sev, ya da terk et" diye gürler. Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ısıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden. Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size. Hoyrattır, bakmaz yüzünüze. Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar, mahkum eder. Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, maillerinize, mesajlarınıza cevap bile vermez, siler sizi defterden. Ayrılırsanız yaşayamayacağınızı bilirsiniz, ama böyle de sevemezsiniz. "Madem öyle."nin çağı başlar ondan sonra. Madem ki siz böylesine tutkunken, kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmiştir". Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre. Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni. Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini. Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye. Kendine zarar verenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla. "Bana ne, kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre. Ama sonra... Ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı, ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden. Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu, şarkınızı dinlemeyi, elinden bir kadeh şarap içmeyi özlersiniz. Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye. Dönüp, seni hala seviyorum diye bağırmak geçer içinizden. Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, nede onsuz. Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "zaten ne olacaktı ki sonunda" kuşkusu. Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz. İşte böyle sürünür gidersiniz.

25 Kasım 2009 Çarşamba

AŞK BİR KELEBEĞE BENZER

Aşk bir kelebeğe benzer. Peşinden ne kadar koşarsan, senden o kadar kaçar. Ama onu kendi halinde uçmaya bırakırsan, hiç beklemediğin bir anda geliverir. Aşk seni mutlu eder, ama çoğu zaman acı verir. Fakat,eğer kalbini gerçekten hak edene verirsen, işte aşk o zaman özeldir.

Bu yüzden uygun zamanı bekle ve en iyisini seç. Eğer ‘umursamıyorsanız’ sakın ‘seni seviyorum’ demeyin. Duygular hakkında konuşmayın. Gerçekten hissetmiyorsanız hiçbir hayata dokunmayın. Başlamayı düşünmüyorsanız, gelecek hakkında konuşmayın. Eğer tek yaptığınız yalan söylemekse, sakın gözlerinin içine bakmayın. Bir erkeğin yapabileceği en zalim davranış, eğer karşılık vermeyecekse kadının aşık olmasına izin vermektir. Ve bu iki taraf için de geçerlidir.

Aşk ‘bu senin hatan’ demek değil, ‘üzgünüm’ demektir. ‘Neredesin‘ değil, ‘yanındayım’ demektir. ‘Nasıl yapabildin’ değil, ‘anlıyorum’ demektir. ‘Keşke şöyle olsaydın’ değil, ‘burada olduğundan mutluyum’ demektir.
Birbirinizle ne kadar uyumlu olduğumuzun ölçüsü, birlikte ne kadar yıl harcadığınız değil, birbirinizle ne kadar anlaşabildiğinizdir. 
Aşık olun ama tutarlı olun, ısrarcı olmayın. Paylaşın ama adaletsiz olmayın. Anlayın, ama değiştirmeye çalışmayın. İncinin, ama acıyı kalbinizde tutmayın.
Eğer, birisinden ayrıldıysanız aşk acı verir. Birisi sizden ayrılmışsa daha çok acı verir. Ama, sevdiğinizin sizin ne hissettiğiniz hakkında hiç bir fikri yoksa, bu en fazla acıyı verir.

Hayat hakkında esas üzücü olan: biriyle karşılaşıp onu gerçekten sevmeniz, ama sonunda her şeyin düşündüğünüz gibi olmadığını anlamanız, ve yıllarınızı buna değmeyecek biriyle harcamış olmanızdır. Eğer birlikte olduğunuz kişi buna değmiyorsa bilin ki 10 yıl sonra da değmeyecektir, 20 yıl sonra da.

5 Kasım 2009 Perşembe

YAŞLILIK ÜZERİNE…

Cicero’ya yaşlılığında sorulan, “Üstad, yeniden gençliğe dönmek ister miydiniz?” sorusuna verdiği yanıt anlamlıdır: “Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…”

Belli bir yaşın altındayken hemen hepimiz yaşlılara bir acıma hissi ile yaklaşırız. Bu acıma hissine eşlik eden bir başka düşünce daha vardır; “Ben, iyi ki daha gencim” der ve bundan kendimize anlamsız bir övünme payı çıkarırız.

Elele tutuşmuş yürüyen yaşlı bir çifte bazılarımız acıyarak bakar. Bence bu çifte acıyarak değil büyük bir gıpta ile bakmak gerekir. Bu çift,“atletizm yarışmasını” başarıyla tamamlamış bir çifttir; hayatın türlü badirelerini atlatmış, belirli bir yaşa hem de birlikte ulaşmış, üstelik hâlâ elele yürüyecek kadar birbirlerine olan sevgilerini koruyabilmiş “başarılı” yarışmacılardır. Görüşüme göre, onlara ancak gıpta edilebilir, acımak ise son derece anlamsızdır.

Hepimiz adına dünya denilen bir stadyumdaki yarışmacılarız. Hiç birimiz buraya isteyerek gelmedik ve istemesek de hepimiz burada koşmaya mecburuz. Kimisi önce kimisi sonra, ama herkes vakti geldiğinde bu yarışı koşacaktır. Kimisi bu yarışı dereceyle bitirecek, kimisi dereceye giremese de yarışı tamamlayacak, kimisi de yarışı tamamlayamadan kulvarı terk edecektir. Kimsenin, ben daha yarışın başındayım diyerek, yarışı başarıyla tamamlamış olanlara acıyarak bakması kadar anlamsız bir şey olamaz. Üstelik, yarışı henüz koşmamış bir kişinin, dereceye girememiş (yâni hayatta yeterince başarılı olamamış) ve hâttâ yarışmayı bitirememiş (yâni belli bir yaşa ulaşamamış) kişilere bakarak, bundan kendine bir övünç payı çıkarması da anlamsızdır. Çünkü, yarışın/hayatın kime ne getireceği henüz belli değildir.

Dolayısıyla, ne gencim diye övünmek, ne de yaşlandım diye dövünmek anlamlı değildir. Yaşlılıktan söz ederken Schopenhauer’i anmadan olmaz. Bu büyük filozof, olağanüstü bir başarı kazanan “Parerga ve Paralipomena” adlı kitabının “Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine” alt başlıklı bölümünde, yaşlılık döneminin harika bir analizini yapmıştır. Şimdi bu bölümden bâzı görüşleri aktarmak istiyorum:

Yaşamımızın sonuna doğru bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı ana benzer bir durum ortaya çıkar. Şimdi artık, yaşamımız boyunca ilişkimiz olan kişilerin gerçek yüzlerini görürüz. Ama asıl tuhaf olanı, insanın kendi kendisini bile ancak yaşamının sonuna doğru tanıması ve anlamasıdır.

Yaşamı nakış işlenmiş bir kumaşa benzetebiliriz: herkes, yaşamının ilk yarısında bu kumaşın ön yüzünü, ama ikinci yarısında ise arka yüzünü görür: arka yüzü o denli güzel değildir ama öğreticidir; çünkü ipliklerin bağlantılarını görmemize izin verir.

29 Ekim 2009 Perşembe

Kaderini sev, belki de seninki en iyisidir...


Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye.

"Ol" der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz. Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı. Bulut olur. Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur. Rüzgar olmak ister bu kez. Ona da "Ol" der Tanrı.
Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Herşey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Ordan eser, burdan eser, kaya banamısın demez! Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı.

Sırtında bir acı ile uyanır. Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
"Amor Fati - Nietzsche "

8 Ekim 2009 Perşembe

GÖZLER

Suriye'nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina'dan: Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu... "Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur." Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir. Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece, bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı, neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle... Sever, sevişir, beğenir... Döver, küser, barışır... Nefret eder, hesap sorar, azarlar... Kovar, bağırır, çağırır, alay eder... Erkek de bir insanoğlu, o da yapar demeyin! Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar. Asla, ne demek istediklerini anlamazsınız. Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır. Çocukluğunuzu düşünün... Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza. Misafirler gitsin, ben sana gösteririm bakışı... Hadi artık odana git, yat bakışı... Ağzını şapırdatma! bakışı... Kıçım tutulsaydı da seni doğurmasaydım bakışı... Aynı babası bakışı... Babanızdan bir bakış var mı, aklınızda? Hiç zannetmiyorum olduğunu. Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt. Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün... Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir? Hiç.. Peki kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir? Çooooookk..

14 Eylül 2009 Pazartesi

BİR HİTİT DUASI

4000 YIL ÖNCE ORTA ANADOLU'DA YAŞAMIŞ HİTİTLERİN BİR DUVAR YAZISI
Tanrım, beni yavaşlat. Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir... Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele... Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver. Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür. Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol... Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret... Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini , yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim... Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır... Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et. Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim. Ve hepsinden önemlisi... Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR, İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

YENİDEN DOĞMAK (Bunu ben harmanladım deneme kabilinden)

Warren Bennis insanları iki sınıfa ayırır: Kendini yeni baştan inşa edenler ve başkalarının oluşturduğu bir yaşamı sürdürenler.
Kendilerini yaratamayan insanlar kendilerini tanıyamazlar. Kendileri sandıkları şey aslında aileden, eğitimden, kültürden ödünç aldıkları tavırlar, roller, davranışlardır. Bir kişinin kendisini yeniden yaratabilmesi için, içine doğmuş olduğu rollerin ötesine geçebilmesi gerekir. Bu insanları bir kere doğanlar ve iki kere doğanlar şeklinde de ifade edebiliriz.
İki kere doğanlar kendilerini yeniden yaratanlardır. Kendilerini böylesine yeniden oluşturanlar özgün insanlardır. Yaşamı başkalarının verdiği rol ve beklentiler içinde değil, kendi oluşturdukları bir vizyon içinde yaşarlar. Kendi yaşamlarını yaratan, kendi yaşamlarının yazarlığını yapanlar, kendileri için doğal olanı yaşarlar.
Kalıplanmış insan, içinde yetiştiği ortamın özellikleri nedeniyle kendine özgü yetenek ve olguları değiştiremez. Başkalarının beklentilerini ifade eden sosyal roller için kalıplanır. Maalesef bu kalıbın kendi seçimi olmadığını, kendine empoze edildiğini dahi anlayamadan yaşamı biter gider.
Kalıbının ne olduğunu, niçin anlayamaz? Çünkü o kalıbın dışına hiçbir zaman çıkamaz, yani ikinci kez doğamaz da ondan. Çerçeve içinde olanlar resmi göremezler demiş bir düşünür. Kalıplanmış insan kendi algılamasının dışında başka bir anlam göremeyeceği için, kendi kalıplarının dışında başka bir dünyayı ve görüşü kabul edemez. Başarılı olmak demek ona göre herkesi kendi kalıplarına sokmak demektir. Zaten kalıplanmış insanın tüm yaşamı budur: Başkalarını kendi kalıbına sokmaya çalışmak. Kendine yapılanı, o da başkasına yapma çabası içindedir. Etrafımıza baktığımızda, sürekli ezilen ve horlanan kadınların kendi kızlarını da aynı şekilde yetiştirmeye çalıştığını görürüz.
Bunu en iyi beş maymun deneyi anlatır. Kafese beş maymunu koyarlar. Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun ayni denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler...
Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir... Ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir. Kalıplanmış insanlarla bu maymunlar arasındaki benzerlik reddedilebilir mi?
Yeniden doğmak burada yazıldığı gibi kolay değildir. Bunun için eğitim, bilgi, kültür, farkındalılık ve kararlılık gereklidir. Bunlar da yetmez. Kimse olduğu yerde ben değişeyim artık diye değişemez. Değişmeye kalksa bile kafese konulan yeni maymunlar gibi ağır tepki görür. Yer ve ortam değişikliği de gereklidir. Hepimizin toplumda kabul edilmiş belli bir rolü var ve bunu biz istesek bile pat diye değiştiremeyiz. Buna rol kilitlenmesi deniyor. Hepimiz bir role tıkılıp kalmışız ve kimse bizim değişip, olmak istediğimiz kişi olmamızı kabul edemez. Ne zaman ki yeni bir yere taşınırsak ve çevremizi olduğu gibi değiştirirsek, yeni ortamda tanınmadığımız için geçmişin yükünü taşımayan özgür biri olarak kendimizi yeniden yapılandırmayı belki başarabiliriz. Hadi deneyin bakayım oluyor mu?.

27 Ağustos 2009 Perşembe

NIETZSCHE / BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT'DEN SEÇMELER

EY BÜYÜK YILDIZ! AYDINLATTIKLARIN OLMASAYDI, NİCE OLURDU SENİN MUTLULUĞUN!

KİŞİ SALT BİR ÖĞRENCİ OLARAK KALIRSA, ÖĞRETMENİNE BORCUNU ÖDEMEMİŞ SAYILIR.

VE SÖNEN BİR YILDIZ GİBİDİR ERDEMİNİZİN HER ESERİ, IŞIĞI HEP YOLDADIR. YILDIZ UNUTULSA, YOK OLSA BİLE IŞIK DEMETİ YAŞAR VE SONSUZA KADAR YOL ALIR.
BİRÇOK ŞEYİ YARIM YAMALAK BİLMEKTENSE, HİÇ BİLMEMEK DAHA İYİDİR. BAŞKALARININ DÜŞÜNCELERİYLE BİLGELİK ETMEKTENSE KENDİ HESABINA DELİLİK ETMEK DAHA İYİDİR.
DAĞLARDA EN KISA YOL DORUKTAN DORUĞADIR, AMA UZUN BACAKLAR OLMALI BUNUN İÇİN. ÖZDEYİŞLER DORUKLAR OLMALI; SÖZ SÖYLENEN KİŞİLER DE BOYLU POSLU OLMALI.
YUKARILARA MI ÇIKMAK İSTİYORSUN? KENDİ BACAKLARINI KULLANMALISIN BUNUN İÇİN. KENDİNİZİ TAŞITMAYASINIZ. “ATA MI BİNDİN? AMA TOPAL AYAĞIN DA ATIN ÜSTÜNDE.”
GÜNÜN BİRİNDE UÇMAK İSTEYEN, ÖNCE DOĞRULMAYI VE YÜRÜMEYİ VE KOŞMAYI VE TIRMANMAYI VE HORA TEPMEYİ ÖĞRENMELİDİR. UÇMAYA UÇMAKLA BAŞLAYAMAZ KİŞİ.

NE DENLİ YÜKSEĞE ÇIKMAK İSTERSE, O DENLİ YAMAN KÖK SALAR İNSAN YERE, DERİNLİĞE VEEEEE,... KÖTÜLÜĞE....
YÜKSELMEK İSTERSİN. ONLARIN ÜSTÜNE VE ÖTESİNE GEÇERSİN. AMA SEN YÜKSELDİKÇE KISKANÇLIĞIN GÖZÜ DAHA KÜÇÜK GÖRÜR SENİ. FAKAT UÇANDAN NEFRET EDİLİR EN ÇOK. ONLAR HAKSIZLIK VE ÇAMUR ATARLAR SİZE. AMA ÖYLEDİR DİYE KARDEŞİM, YILDIZ OLMAK İSTERSEN, DAHA AZ IŞIK SAÇMAMALISIN ONLARA.
MUTLULUK İÇİN; NE KADAR AZ ŞEY GEREKLİ MUTLULUK İÇİN. AZDAN DOĞAR EN İYİ MUTLULUK.
EN KİNCİ KİŞİLER OLDUKLARINI GÖRDÜM UYUŞMAYAN ÇİFTLERİN. ARTIK YALNIZ YAŞAMALARINI BÜTÜN DÜNYAYA ÖDETMEK İSTİYORLARDI.
İNSANLAR ARASINDA SUSUZLUKTAN ÖLMEK İSTEMEYEN, BÜTÜN BARDAKLARDAN İÇMEYİ ÖĞRENMELİDİR. İNSANLAR ARASINDA TEMİZ KALMAK İSTEYEN, KİRLİ SUDA YIKANMAYI DAHİ BİLMELİDİR.
NİCE BİLGELER KENDİ ZİNCİRLERİNİ ÇÖZEMEZLER DE DOSTLARININ KURTARICISI OLURLAR.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

NECiP FAZIL ' DAN

Siz hiç bir sarrafın bağırdığını duydunuz mu? Kıymetli malı olanlar bağırmaz. Domatesci, biberci bağırır da, kuyumcu bağırmaz. Eskici bağırır ama antikacı bağırmaz. İnsan bağırırken hiç düşünemez. Düşünemeyenler ise hep kavga içindedir. Popcular, folkcular boğazlarını patlatana kadar bağırıp duruyor. Ama Dede Efendi'yi okuyanlar bağırmıyor. İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

EVLİLİK YILDÖNÜMÜ UNUTMA GEYİKLERİ

'Bilerek unutmuş gibi yaptım Türkan'cığım. Sanki evlilik yıldönümümüz denince 1 yıl daha geçmiş, sen 1 yaş daha yaşlanmışsın, ben de senin yaşını yüzüne vuruyormuşum gibi geliyor da, o bakımdan yani!'

'Yahu Handan, tam sana en pahalısından bir hediye alıyodum, bir an düşündüm; evlilik yıldönümü, sevgililer günü, anneler günü... Bunlar hep tüketim ekonomisinin dayattığı harcama tuzakları değil mi? Ve dedim ki kendi kendime, benim Handan'ım bu tuzaklara düşmemi istemez. Düştüğümü görürse de beni eskisi kadar sevmez. Yanılmıyorum değil mi hayatım?!'

'Heyyooo... Kazandım işte kazandım! Bizim Salih'le iddiaya girmiştik, takım elbisesine! Ben evlilik yıldönümünü unutmuş gibi yapıcam, benim hatun da bana acayip bozuk atacak dedim... Salih, 'Yenge öyle şey yapmaz' dedi. İddiayı ben kazandım. Aslan karım benim!'

'Hiç unutur muyum Merve ya?! Unutmadım tabii. Sadece seni görünce aklım başımdan gitti. Adımı unutmadığıma dua et. Yalanım varsa Tuncay demesinler. Yoksa Ekrem miydi?'

'Evlilik yıldönümümüzü mahsus unuttum. Bir sor 'niye' diye. Çünkü bu evlilikten çok sıkılmışım da yılları sayıyormuşum gibi hissettim birden ve çok saçma buldum bu adeti. Yemek yerken biri lokmalarımı sayıyormuş gibi yahu. Çok saçma değil mi sence de?!'

'Evlilik yıldönümü aslında yanlış kutlanıyormuş. Daha doğrusu aslında kutlamamak gerekiyormuş. Eğer kutlarsan 'oh be bu yılı da bi şekilde kazasız bitirdik. Nasıl dayanıyorum ben bu adama veya kadına valla pes' anlamına geliyormuş. Hani zor bi şeyi başarınca kutlar ya insan. Onun gibi...'

'Ya biliyorsun, Portekizli bir bilim adamı yılların aslında 1 saniye uzun olduğunu keşfetti. Bu hesaba göre milyonlarca yıldır bu böyleyse, ekle o 1 saniyeleri uç uca... Ben hesapladım. Evlilik yıldönümümüz tam 6 ay sonra...'

'Hani o gün nikah masasında ayağına biraz sert basmıştım da, iki hafta alçıyla gezmiştin ya... İşte o acıyı sana tekrar hatırlatmamayım dedim bebeğim. Fena mı ettim?! Ben seni üzmek ister miyim hiç?!'

'Sen kimsin? Adın ne? Ne arıyorsun bu evde? Ben kimim? Niye buradayım? Ne evlilik yıldönümü? Ben evli miyim ki? Hatırlamıyorum. Annnneeee. Aaahhh Başım. Hatırlıyorum. Evet. Başıma tuğla düşüyor, çok canım acıyor... Sana aldığım hediyenin paketini elimden düşürüyorum. O ne? Bir köpek. Bir sokak köpeği kapıp kaçıyor paketi!! Hayıııırr!!'

'Valla benden uzun yaşayacaksın. Ben de tam evlilik yıldönümünü kutlayacaktım şimdi!'

'Bu gece evlilik yıldönümümüz mü? Ya bak, aşkım görüyor musun o kadar da parmağıma ip bağladım unutmayayım diye. Hatta bak ip burada. Eee ip nerede peki? Haydaaaa. Onu da bağlamayı unutmuşum iyi mi?! Ne olacak bu benim unutkanlığım Şinasi?'

29 Temmuz 2009 Çarşamba

AŞK ŞİİRLERİ

Günün birinde ben aşık oldum. Şiir yazmak istedim sevdiğime, öyle bir şiir olmalıydı ki eşi benzeri olmasın. Hiç kimsenin şiirine benzemezin istedim. Dedim ki kendi kendime, ona olan ihtiyacımı anlatayım ilkin:
“Ben sana mecburum bilemezsin, adını mıh gibi aklımda tutuyorum” demiş Atilla İlhan. Bunun üstüne başka ne yazılır ki?.
Dedim ki, o zaman aşkı tanımlayayım önce, oysa tarifi çoktan yapıvermiş Ataol Behramoğlu:
“Ölümdür yaşanan tek başına, aşk iki kişiliktir” diyerek.
Madem aşkı anlatmışlar, kara sevdayı anlatayım ben de o zaman dedim,
“Ve nihayet gelip çattı, Bir dilimi zehir zıkkım, Bir dilimi candan tatlı” diye anlatmış kara sevdayı Bedri rahmi Eyüboğlu. Sustum, başka ne denirdi ki?.
Bari onu ne kadar sevdiğimi anlatayım şiirimde dedim,
“Seni, öyle uzun seviyorum ki seni, ya yaradılışta doğmuşum, ya ölümsüzün biriyim ben” diyerek sevmiş Fazıl Hüsnü Dağlarca, bilemedim daha fazla nasıl sevilir ki?.
Beni anlatayım öyleyse ve bendeki seni dedim,
“Ben bende değil, sende de hem sen hem ben, Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim, Bir öyle garip hale bugün geldim ki, sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim” diye yazmış Mevlana, iyiden iyiye karıştırdım sen kimsin? Ben kimim?.

Nerden tutuldum ben bu aşka? Oof of !… Tıpkı Orhan Veli gibi “Beni bu güzel havalar mahvetti” Bir de şöyle demiş ya üstat hani, üstüne hangi laf gele?
“Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu, bu derde düşmeden önce.”
Bari sevdiğimin ismine yazayım şiirimi derken,
“Ne yere ne göğe ismini yazdım, senin ismini aşkım, kalbime yazdım” diyerek Özdemir Asaf aldı kalemimi elimden.
En güzel şiirler yârin gözlerine yazılır dedim ama benden önce davranmış zaten,
“Hep böyle çocuksu mu bakar senin gözlerin? Hep böyle içinde uzak bir ışık mı yanar?” diyerek Ümit Yaşar Oğuzcan.
Bari bir veda şiiri yazayım ona dedim. Yusuf Hayaloğlu çıktı karanlıklardan,
“Vakit tamam seni terk ediyorum, o bütün alışkanlıklardan ve bütün sıradanlıklardan öteye, yorumsuz bir hayatı seçiyorum” diyerek yaptı son vedasını dünyaya.
Elveda usta, “avutulmuş çocuklar çoktan sustu” buralarda,
“Bir ben kaldım tenhasında gecenin avutulmamış” ama ziyanı yok,
Sen gittiğin yerde bizden selam söyle Ahmet Kaya’ya. Yazılmamış bir şey bırakmamış olsalar da bana, vazgeçmeyeceğim cancağızım,
Hani “sana söylemek istediğim en güzel söz, henüz söylememiş olduğum sözdür” demiş ya Nazım…
Rumuz: Galeni

22 Temmuz 2009 Çarşamba

NEDİR YAHU BU AŞK ?

Sesini duyduğunuz anda avuçlarınız terlemeye, kalbiniz deli gibi çarpmaya başlıyorsa... Bu aşk değil HOŞLANMAK'tır.
Ellerinizi ondan çekemiyor sürekli dokunmak sarılmak istiyorsanız.. Bu aşk değil ARZULAMAK'tır.
Yanınızda bir tek o olduğu için onu istiyorsanız.... Bu aşk değil YALNIZLIK'tır.
Herkes onunla olmanızı beklediği için onunlaysanız... Bu aşk değil SADAKAT’tir.
Size sıcak, yakın davrandığı için onunlaysanız... Bu aşk değil KENDİNE GÜVENSİZLİK'tir.
Üzülmesini istemediğiniz için onunlaysanız... Bu aşk değil ACIMAK'tır.
Ona değer verdiğiniz için hatalarını hoş görüyorsanız.. Bu aşk değil ARKADAŞLIK'tır.
Bütün gün ondan başka hiçbir şey düşünmediğinizi söylüyorsanız.. Bu aşk değil KOCA BİR YALAN'dır.
Onun iyiliği için kendinizden çok şey feda edebiliyorsanız... Bu aşk değil YARDIMSEVERLİK'tir.
O üzgünken sizin de kalbiniz acıyorsa... İşte bu AŞK'tır.
Tarif edemediğiniz bir çekim yüzünden ondan bir türlü kopamadığınızı düşünüyorsanız.. İşte bu AŞK'tır.
O herkese güçlü görünmesine rağmen içindeki zayıflığı hissedebiliyorsanız.. İşte bu AŞK'tır.
Başkalarını da çekici bulmanıza rağmen hiç pişmanlık duymadan onunla kalmaya devam edebiliyorsanız.. İşte bu AŞK'tır.

7 Haziran 2009 Pazar

BABA OLABİLMİŞ TÜM BABALARA İTHAF OLUNUR

Can Yücel, 'Ben hayatta en çok babamı sevdim' der… Baba… Güvenin diğer adı. Baba asla yıkılmayacak koca bir çınar. Korunaklı bir yuvanın bekçisi… Tüm kapılar kapalıyken sığınılan limanın ev sahibi. Baba, ne çok anlam saklı bu iki hecede. O bizim hayattaki süper kahramanımız değil miydi? Tüm kötülüklerden korurdu zaten 'benim babam senin babanı döver' le biterdi tüm tartışmalarımız. Yorgun dönüşünü beklerdik merakla pencere kenarında. Ve dizlerimizdeki yaraları görmesin, annelerin şikâyetlerini duymasın diye dualar ederdik. Hayat akıp giderken her zaman yanımızda olan kuvvettir baba… Gözleriyle konuşan sevgisini içine saklayan bir güçtür baba… Kimi zaman anlaşılmayan, çok sık tartışılan, ama en çok özlenendir baba… Yoktur baba sevgisi gibi, baba gibi güçlüsü. Her ne kadar uzasa da boylarımız, biz hala onların ellerine muhtacız.

6 Nisan 2009 Pazartesi

TAHTA PERDEDEKİ ÇİVİLER

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
“Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak” demiş.
Genç, birinci günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi sök demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona
“Aferin iyi davrandın, ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak” demiş.
Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara yani delik bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak ve hiç kapanmayacak. Dost ve arkadaşlarımızın tahtalarında mümkün olduğunca az çivi izi bırakmamız dileğiyle…

29 Mart 2009 Pazar

DEĞNEKTEN AT

İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler. Piknik yerine vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklar babalarıyla birlikte yürüyüşe çıkar. Uzun bir yürüyüşten sonra oldukça yorulan küçük çocuk yalvarırcasına bakan gözlerle, 'Babacığım çok yoruldum. Lütfen beni kucağında taşır mısın?' der. Baba; 'Ben de yorgunum oğlum’ der demez çocuk ağlamaya başlar. Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser. Dalı bıçakla biçimlendirip, çocuğa zarar vermeyecek biçimde yontar. Sonra dalı oğluna verir. 'Al oğlum, sana güzel bir at' der. Çocuk sevinçle dal parçasından yontulmuş ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak annesinin yanına doğru gitmeye başlar. Babasını ve ablasını geride bırakmıştır bile...
Baba gülerek kızına: 'İşte yaşam budur kızım. Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşe ile yoluna devam et. Bu at, bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir ya da bir çocuğun tebessümü olabilir.'
“Değnekten atınız hiç eksik olmasın.”

12 Mart 2009 Perşembe

SENİNLE OLMANIN EN GÜZEL YANI - CAN YÜCEL

Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun? Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek. Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun? ''Seni seviyorum'' sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek. Seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun? Aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek birlikte ağlamak gülmek. Ve buradayken bile seni çılgınca özlemek...Seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun? Seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak. Senin yanında olan, seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak. Seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun? Tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana. Elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte. Elimde kır çiçeğiyle seni beklemek. Aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek. Seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun? Sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak. Okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların türkülerin şiirlerin her mısrasında seni bulmak. Seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun? Seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek. Sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak. Yalın ayak yürümek bıçağın en keskin yerinde. Kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime. Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun? Nereden bileceksin? Sen benimle hiç olmadın ki. Olsaydın avuçlarım terlemezdi. Isırmazdım dilimin ucunu. Özlemezdim seni yanımdayken. Kıskanmazdım. Korkmazdım yollarda yürümekten. Islanmazdım yağmurlarda. Yıldızlara aya dert yanmaz, böyle her şarkıda serhoş olmazdım. Korkmazdım seni kaybetmekten ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize. Ve her kulaçta haykırırdım seni. Ama sen hiç benimle olmadın ki. YA AKLIN BAŞKA YERLERDEYDİ, YA YÜREĞİN...