20 Eylül 2012 Perşembe

ARAMA VE BULMANIN PARADOKSU



ZENGİNLİĞİN, SEVGİNİN YA DA ÖZGÜRLÜĞÜN PEŞİNDE KOŞARAK BİTKİN DÜŞERSİN. BELİRLİ BİR HAKKI ELDE ETMEK İÇİN YAPMADIĞINI BIRAKMAZSIN.
AMA BİR KEZ ELDE ETTİN Mİ DE, HİÇ BiR TAD ALMAZSIN BUNDAN. YA BOŞA HARCARSIN, YA DA ELİNİ SÜRMEDEN YANINDAN GEÇİP GİDERSİN. ÇOĞU KEZ DE GEÇMİŞE DÖNÜP UĞRAŞMAYI, DİDİNMEYİ, ACILARI YENİDEN YAŞAMAYI DÜŞLERSİN.
DÜŞÜNÜ GERÇEKLEŞTİRMİŞ OLMAK BOŞLUKTA BIRAKIVERİR SENİ.

“HEP İLERLEMEK, HİÇ BİR ZAMAN VARMAMAK İSTİYORUM” DİYEBİLEN KİŞİ MUTLU KİŞİDİR. “İLLE DE VARACAĞIM” DİYE İNAT EDEN İSE, MUTSUZ.

VARMAK ÖLMEK DEMEK, YAPABİLECEĞİN TEK ŞEY YOLDA BİRAZ OYALANMAK, BİR İKİ DURAK YERİ BULMAK KENDİNE.

SAVAŞMAK KAZANMAKTAN ÇOK DAHA İYİ, YOLCULUK YAPMAK VARMAKTAN ÇOK DAHA GÜZEL: BİR KEZ KAZANDIN MI, YA DA GİDECEĞİN YERE VARDIN MI, ENGİN BİR BOŞLUKTAN BAŞKA BIR ŞEY DUYMAZSIN.

AŞK SEVİP DE KAVUŞAMAMAKTIR DİYENLER HAKLI BELKİ DE. BÜYÜK AŞK HİKAYELERİNDE HEP SON ACIDIR, HEP KAVUŞAMAMIŞLIK VARDIR... KAVUŞMAK KAVUŞMA ÜMİDİNİN YARATTIĞI ZEVKİ ORTADAN KALDIRIR.

KAVUŞMANIN ORTAYA ÇIKARDIĞI BU BOŞLUĞU YENMEK İÇİN DE YENİDEN YOLA ÇIKMAK ZORUNDASINIZDIR. EĞER TEKRAR YOLCULUĞU GÖZE ALABİLİRSENİZ, YA DA BU GÜCÜ KENDİNİZE GÖREBİLİRSENİZ...

(ORIANA FALLACI'den uyarlanmıştır...)

14 Temmuz 2012 Cumartesi

CENNET Mİ? CEHENNEM Mİ?

Eski Mısırlılarda öldükten sonra cennet ve cehenneme mi girecekleriyle ilgili şöyle bir inanış varmış: Cennete mi, cehenneme mi gireceklerinin şu 2 soruya verecekleri cevaba bağlı olduğuna inanırlarmış:
- 1. "Hayatında mutluluğu buldun mu? Kendini mutlu ettiğin bir hayat yaşadın mı?"
- 2. "Yaşadığın hayat başkalarını da mutlu etti mi?"  
"Ama başkalarını mutlu etmek için kendini feda ederek değil, kendini mutlu ettiğin, kendin olduğun yaşamınla başka hayatlara mutluluk verdin mi?"
Ne kadar da doğru... Ne kendi mutlu olmayı, ne de çevresindeki akraba, dost ve arkadaşları başta olmak üzere çevresini mutlu edebilmeyi başaramamış kişilerin içinde olduğu durum ne kadar acı ve üzücüdür.
Nietzsche "en kinci kişiler olduklarını gördüm, etrafıyla uyuşmayan kişilerin. Artık mutsuzluklarını ve yalnız yaşamalarının acısını bütün dünyaya ödetmek istiyorlardı." Demiş.
Nietzsche bunu söylerken sanırım Mısırlılar gibi "kendi mutlu olmayı beceremeyen kişilerin etrafını da mutsuz ettiğini, hatta kendi kıskançlık ve hasetleriyle, mutlu olan veya olma ihtimali olan kişilere de bu şansı vermemek için ellerinden geleni yaptıklarını" görmüş olmalı. Ne yazık ki çoğumuz ne mutlu yaşamayı başarabiliyoruz, ne de etrafımızı mutlu etmeyi... Bunu başarabilenler de hemen farkediliyorlar zaten, gözlerindeki yaşama sevincinin pırıltısı, yüzlerindeki geniş gülümseme ve olaylara olumlu bakış açılarıyla...

Siz de bilirsiniz, bazen bir yerde yeni karşılaştığınız birisi, ya da tanıdığınız birisinin yüzünü görür görmez size hemen mutluluk ve huzur verir. Onunla karşılaşmakla ve onu görmekle bile sizin ruhunuzda da hemen bir kıpırtı, bir mutluluk filizlenmesi başlamıştır. İşte onlar hem kendileri mutludur, hem de etraflarına mutluluk yayarlar. Bunu onlar nasıl başarabilmişler de, biz başaramıyoruz... Yüzyıllardır filozoflar, din adamları ve düşünürler bunu merak edip araştırmışlar. Çeşitli ipuçları ve reçeteler de çıkaranlar olmuş, ama hepsinin ortak noktaları bu reçeteleri uygulaması zor… Neden zor? Çünkü insanın egosuna ters geliyor… Zaten bütün güzel şeyler zor değil midir? Yarın farklı  bir insan olmak ister herkes. Ama neden bugün başlamaz farklı olmaya… Cevap yine aynı… Hepimiz başkalarını etkilemeye ve değiştirmeye uğraşırız, ama kendimizi değiştirmeye çalışmayı pek denemeyiz… Başkalarını değiştirmeyi çok kolay zannederiz de, kendimizi değiştirmeyi imkansız  gibi gördüğümüzden herhalde, hiç denemeyiz bile. Garfield de çözmüş olayı, aşağıdaki gibi…

1 Temmuz 2012 Pazar

GÜNÜN BİRİNDE BEN AŞIK OLDUM... (Alıntıdır)

Günün birinde ben aşık oldum. Şiir yazmak istedim sevdiğime, öyle bir şiir olmalıydı ki eşi benzeri olmasın. Hiç kimsenin şiirine benzemezin istedim. Dedim ki kendi kendime, ona olan ihtiyacımı anlatayım ilkin:
“Ben sana mecburum bilemezsin, adını mıh gibi aklımda tutuyorum” demiş Atilla İlhan. Bunun üstüne başka ne yazılır ki ?

Dedim ki, o zaman aşkı tanımlayayım önce, oysa tarifi çoktan yapıvermiş Ataol Behramoğlu: “Ölümdür yaşanan tek başına, aşk iki kişiliktir” diyerek.
Madem aşkı anlatmışlar, kara sevdayı anlatayım ben de o zaman dedim,
“Ve nihayet gelip çattı, Bir dilimi zehir zıkkım, Bir dilimi candan tatlı” diye anlatmış kara sevdayı Bedri rahmi Eyüboğlu. Sustum, başka ne denirdi ki ?
Bari onu ne kadar sevdiğimi anlatayım şiirimde dedim,
“Seni, öyle uzun seviyorum ki seni, ya yaradılışta doğmuşum, ya ölümsüzün biriyim ben” diyerek sevmiş Fazıl Hüsnü Dağlarca, bilemedim daha fazla nasıl sevilir ki ?
Beni anlatayım öyleyse ve bendeki seni dedim,
“Ben bende değil, sende de hem sen hem ben, Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim, Bir öyle garip hale bugün geldim ki, Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim” diye yazmış Mevlana, iyiden iyiye karıştırdım sen kimsin? Ben kimim ?

Nerden tutuldum ben bu aşka? Oof of !… Tıpkı Orhan Veli gibi “Beni bu güzel havalar mahvetti” Bir de şöyle demiş ya üstat hani, üstüne hangi laf gele? “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu, bu derde düşmeden önce.”
Bari sevdiğimin ismine yazayım şiirimi derken, “Ne yere ne göğe ismini yazdım, senin ismini aşkım, kalbime yazdım” diyerek Özdemir Asaf aldı kalemimi elimden.
En güzel şiirler yârin gözlerine yazılır dedim ama benden önce davranmış zaten,
“Hep böyle çocuksu mu bakar senin gözlerin? Hep böyle içinde uzak bir ışık mı yanar?” diyerek Ümit Yaşar Oğuzcan.
Bari bir veda şiiri yazayım ona dedim. Yusuf Hayaloğlu çıktı karanlıklardan,
“Vakit tamam seni terk ediyorum, o bütün alışkanlıklardan ve bütün sıradanlıklardan öteye, yorumsuz bir hayatı seçiyorum” diyerek yaptı son vedasını dünyaya.
Elveda usta, “avutulmuş çocuklar çoktan sustu” buralarda,
“Bir ben kaldım tenhasında gecenin avutulmamış” ama ziyanı yok,
Sen gittiğin yerde bizden selam söyle Ahmet Kaya’ya. Yazılmamış bir şey bırakmamış olsalar da bana, vazgeçmeyeceğim cancağızım... Hani “sana söylemek istediğim en güzel söz, henüz söylememiş olduğum sözdür” demiş ya Nazım…
Rumuz: Galeni

23 Mayıs 2012 Çarşamba

EREL BLEDA : SARI LİRA GİBİ ÖMRÜMÜZ...

"Yaşamak Değil, Beni Bu Telaş Öldürecek" Dediği Gibi Şairin;
O Telaşla, Bırakın Paris Yolunda Ilık Rüzgarlara Taratmayı Saçlarımızı, Sevdiğimizle Doyasıya Bir Sohbet Bile Edemedik Biz...

Gözümüz Saatte Söyleştik Hep, Koşuşur Gibi Seviştik, Yarışır Gibi Çalıştık. Hep Yetişecek Bir Yerler Vardı, Aranacak Adamlar, Yapacak İşler...
Bir Sonraki Günün Telaşı, Bir Öncekinin Terine Bulaştı; Başkalarının Hayatı, Bizimkini Aştı. Kör Karanlıkta Çalar Saat Sesi Yerine; Kuşluk Vakti Kızarmış Ekmek Kokusu, Veya Yavuklu Busesiyle Uyanma Düşlerini, Ha Babam Erteledik. 20'li Yaşlardayken 30'lara Kurduk Saatin Alarmını, 30'larımızda 40'lara, Belki Sonra 50'lere...
Lakin Öyle Yanlış Kurgulanmış Ki Hayat, Kuşlukta Uyanma Fırsatını Sunduğunda Size Artık Uyku Girmez Oluyor Gözlerinize... Doyasıya Söyleşmek, Telaşsız Sevişmek İçin, Bol Zamana Kavuştuğunuzda, Söyleşecek, Sevişecek, Kimsecikler Kalmıyor Yanınızda...
Özenle Yarına Sakladığınız Bir Sarı Lira Gibi Ömrünüz; Vakit Gelip Sandıktan Çıkardığınızda, Bir De Bakıyorsunuz Ki, Tedavülden Kalkmış...

4 Nisan 2012 Çarşamba

YAŞAM VİZYONU OLUŞTURMAK

Her gün etrafımızda yapılan konuşmalara bir dikkat ettiğimizde göreceğiz ki, işçi işinden, memur memurluğundan, doktor doktorluğundan, öğrenci öğrenciliğinden, öğretmen öğretmenlikten, öğretim üyesi öğretim üyeliğinden, yönetici yöneticilikten şikayetçidir.  Nedenini sorduğumuzda ise genelde aldığımız yanıt, sistemin iyi işlememesi, verimli olamayış, emeğin karşılığının alınamayışı veya işin çokluğuna bağlı aşırı yorulma gibi nedenlerle işinden zevk alamama şeklindedir. Şüphesiz bunlar genelde doğrudur. Gerçekten de ülkemizde bazı iyi yönetilen özel şirketler ve kurumlar haricinde, çalışanları mutlu etmeye ve böylece motivasyonu ve doğal olarak verimi artırmaya çalışan yerler pek fazla değildir. Fakat bu gibi işlerde çalışanların da çok büyük bir kısmı, bu çok şikayetçi oldukları işi bırakıp, arzusuna uygun başka bir iş aramaya da çalışmamaktadır. Gerçi toplum birleşik kaplar gibi olduğundan işini de değiştirse, yeni işinin veya iş yerinin eskisinden pek farklı olmayacağı da beklenebilir. 
Peki, durumumuza ve ortamımıza razı mı olalım? Boynumuzu büküp bulduğumuzla mı yetinelim? Tabii ki değil. Fakat hiçbir zaman, mazeretimiz ne olursa olsun, sistem ne kadar verimsiz olursa olsun, emeğimizin karşılığını alamamamız bile bize boş vermişlik, ümitsizlik, “bizden ne köy olur ne kasaba” düşüncesi, kısaca tembellik için gerekçe oluşturamamalı. Biz şikayetimizi yine yapalım, demokratik ortamlarda haklarımızı yine savunalım, ama bir yandan da elimizde olanlarla sistemden mümkün olduğunca yararlanmaya, elimizden geldiğince de üretken olmaya, çevremize de iyi örnek olmaya çalışmalıyız diye düşünüyorum.
         Düşünürsek; etrafımızda takdir ettiğimiz, sempati duyduğumuz kişiler genellikle her şeyden şikayet eden, fazla bir şey üretmeyen, ama bunun nedenlerini de hep bozuk sisteme ve başkalarına yükleyen kişiler midir? Yoksa aynı ortam ve aynı sistemde çalışmasına karşın, elinden geldiğince ve gücünün yettiğince verimli olmaya çalışan, bir şeyler üretmek için uğraşan kişiler midir? Peki neden tüm toplumlarda, genellikle toplumun yaklaşık % 90’ı birinci guruba girmektedir? Bunun cevabı gayet net ve açık: çünkü o yol daha kolaydır. İkinci yol ise zordur, zahmetlidir, daha fazla gayret, daha fazla özveri ister.
         Yolun yarısını çoktan geçmiş biri olarak hayatın tahminimizden de hızlı geçtiğini söyleyebilirim. İnsan bu yaşlarda geçmişin muhasebesini daha fazla yapmaya başlar doğal olarak. Zaman zaman durup arkamıza doğru şöyle bir baktığımızda, içimizde bir tedirginlik, bir hüzün hatta pişmanlık duymak istemiyorsak seçmemiz gereken yol bellidir.
         Yazımı çok takdir ettiğim ve kitaplarını herkese önerdiğim bir yazar olan Sayın Doğan Cüceloğlu’nun bir kitabından güzel alıntıyla bitirmek istiyorum. Saygılarımla…       
(Not:Bu yazı Bursa Tabip Odası dergisi'nin isteği üzerine yazılmış olup bu ay dergide yayınlanmıştır...)

YAŞAM VİZYONU OLUŞTURMAK

Eğer yaşamınızı anlamlandıracak, sizi heyecanlandıracak bir vizyon oluşturmak istiyorsanız, kendinizin 85. Yaş gününüzde olduğunuzu hayal edin ve ilişkide bulunduğunuz kişilerin sizin hakkınızda ne söylemelerini istediğinizi düşünün. Ben Doğan Cüceloğlu olarak şunları duymak isterdim:
Öğretim üyesi: Sizin dersinizde zamanım iyi değerlendi. Derse hep iyi hazırlanmış olarak geldiniz. Dersinizde anlattığınız kavramları hep günlük hayattan örneklerle somutlaştırarak kavramamızı kolaylaştırdınız. Dersinizde öğrendiğim yeni bilgilerle hem kendimi, hem diğerlerini ve toplumsal olayları daha iyi anlayan, değerlendiren bir insan oldum.
Anne/Baba: Bize düşünce, söz ve davranışınızla örnek oldunuz. Kendimizi değerli görmemize, yaşamımızın anlamını kavrayarak, sorumlu, dengeli insanlar olarak yetişmemize yardımcı oldunuz. Yaşamda neyin önemli, neyin önemsiz, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu görebilmemizi sağladınız. Yaşamımızın kafa, gönül ve cep liderliğinden bizim sorumlu olduğumuzu anlamamıza yardım ettiniz.
Arkadaş: Sana her zaman güvenebileceğimi biliyordum. Seninle geçen zamanımın boş ve anlamsız geçmesine izin vermediğin, sürekli gelişmekte olan insan görmek istediğin için yaşamıma çok katkıların oldu. Benimle beraber iken hep kendin idin, kişisel bütünlük içinde idin.
Eş: Daima kişilik haklarıma saygı gösterdin. Beni sözle ve davranışlarınla sevdiğini gösterdin. Bana karşı nazik, müşfik ve özverili oldun. Benim insan olarak gelişmeme fırsat tanıdın ve zaman zaman öğretici, zaman zaman yardımcı oldun. Beni her konuda yüreklendirdin, destekledin, hatalarıma karşı hoş görülü oldun. Hayatımı seninle birlikte paylaştığım için çok mutluyum.

8 Mart 2012 Perşembe

KADIN

 Kimi der ki kadın
Uzun kış gecelerinde
yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir
harman yerinde dokuz zilli
köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir,
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran,
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek,
Ne ayal, ne vebal
O benim kollarım, bacaklarım
Yavrum, annem, kız kardeşim,
Hayat arkadaşımdır.

 Nazım Hikmet Ran

12 Şubat 2012 Pazar

DOSTLARI OLMALI İNSANIN

Dostları olmalı insanın,
aynen gemilerin limanları gibi.
Zaman zaman uğradığın, yükünü boşalttığın,
dalgalar dininceye kadar beklediğin koynunda.

Sonra açık denizlere uğurlamalı seni,
geri döneceğin günü bekleme umuduyla.
Bazen, rüzgâra o açmalı yelkenini,
yanağına konan bir öpücüğün coşkusuyla,
halatlarını çözmeli,
seni çok ama çok özlemeli.

Dostları olmalı insanın;
ermiş, bilge, hayatı ezbere okuyabilen.
Düşünmediklerini düşündüren,
seni bir cambaz ipinde, güvende tutabilen,
gerektiğinde senin için ateşi yutabilen,
yolunu ışıtan ustan olmalı.


Şekillendirmeyi öğretmeli hayatın çömleğini.
Sana vermeli soğuk bir kış gününde
üzerindeki tek gömleğini.

16 Ocak 2012 Pazartesi

SEVGİYE YER KALMADI...

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardır.
Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu.
Nicedir hayatımızda sevgiye yer bulamadığımızı düşündüm.
 
Bir Polonya filminde Nazi dönemi anlatılıyordu.  Nazi komutanı güzel bir evi komutanlık merkezi yapmıştı. Evin güzel sahibesi de üst kata çıkmıştı ve az görünüyordu. Komutan bu kadına âşık olduğunu anladı ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:
- Madam, aşkımız beni zayıf düşürüyor.
- Hayır komutan, sevginiz sizi insan yapıyor.
İnsan ruhu da doğanın bir parçasıdır ve doğa gibi boşluk kabul etmez. İçinde sevgiyi barındıramayan insan nefretle dolar ve insanlıktan uzaklaşır. Nefret etmeden birine kötülük yapamazsınız. Nefret etmeden birini öldüremezsiniz.
Nefreti içinde barındırmak isteyen insan önce kendisinden nefret etmek zorundadır. İçinde nefreti yaşatan insan yüreğindeki sevgiyi kovmuştur. Artık onu bulması çok zordur ve bunun ağır bedelini ödeyecektir.
 
Sevgisizlik ağır bir yüktür ve....  insan bundan kurtulmak için
çok kötü şeyler yapar.

Acımak sevgi değildir, üstünlüğün kabulüdür.
Hoşgörü sevgi değildir, istemediğine katlanmaktır.
Bağımlılık sevgi değildir, gereksinmenin karşılanmasıdır.

Sevgi, değer vermesini bilmektir.
Sevgi, yaşama hakkını kabul etmektir.
Sevgi, varolmaktan kıvanç duymaktır.
Sevgi, birlikte olmaktan sevinç duymaktır.
Sevgi, eşitliğin duyumsanmasıdır.
Sevgi, bütün yapay ayrımların hayattan çıkarılmasıdır.
Sevgi, bilinçtir.
Sevgi, insan olmaktır.
Sevgiyi hayatımızdan kovduk ve yerine parayı koyduk.
Para için yaşıyoruz, para için eğitim görüyoruz, para için meslek ediniyoruz, para için çalışıyoruz, para için birbirimizi çiğniyoruz,
para için birbirimizi aldatıyoruz, para için savaşıyoruz.
 
Sevgiyi hayatımızdan kovduk ve yerine üstün olmayı koyduk.
Sevgiyi hayatımızdan kovduk ve nefreti içimize çağırdık.
Birbirimizden nefret ediyoruz nefretle yaşıyoruz, nefretle çalışıyoruz, nefretle dövüşüyoruz, nefretle öldürüyoruz.

Sevginiz olmadıktan sonra daha çok paranız olsa, daha üstün olsanız, daha çok toprağınız, eviniz arabanız, malınız olsa ne olur?
Yaşamınızda sevgi yoksa hiçbir şeyiniz yok demektir.
Yaşamınız yavan ve anlamsızdır.. Belki de yeniden öğrenmemiz
gereken budur.
Prof. Erdal Atabek  

12 Ocak 2012 Perşembe

DEĞİŞİM NASIL BAŞARILIR?

Westminster manastırının bodrumunda bir Anglikan piskoposunun mezarı üstünde şu sözler yazılıdır:

"Genç ve hür iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da pek değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama maalesef bunu bile kabul ettiremedim. Ve şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla, memleketimi daha ileri götürebilirdim. Kimbilir, belki de dünyayı bile değiştirebilirdim." (alıntıdır)