Sonunda
974 sayfa ve 6 punto, cep kitap formunda yazılmış ama cebe sığmayan Ayn Rand'ın
yazdığı "Hayatın Kaynağı"nı bitirebildim.
Zaman
zaman hep düşünmüşüzdür: “Acaba doğru bildiğimi mi yapsam, yoksa benden
bekleneni mi?” Ben de dahil ezici çoğunluğumuz bizden bekleneni yapmıştır. Bu
nedenle hem biz, hem de bizden beklentisi olanlar mutlu olmuştur veya mutlu
olduğunu sanmışızdır. Ama tarihe baktığımızda topluma yön veren veya çağ
atlamaya sebep olanlar bizim gibi düşünenler değil, “bizim toplum dışı, garip
ya da sıra dışı yani aykırı kişi” olarak adlandırdıklarımızdır. Bu kitabı
okuduğumda Howard Roark’a hem kızdım, hem imrendim, hem de kendimi suçladım.
Ama şu bir gerçek ki, herkes Howard Roark olamaz. Hepimizin çevreden, eğitimden
ve aileden gelen kalıplanmışlıklarımız var. Bunun dışına çıkmayı maalesef pek
çoğumuz göze alamaz. Ya da kalıba uygun davranmanın verdiği ödüller ve rahatlık
bizi bundan alıkoyar.
Hayatın
Kaynaği Ayn Rand’ın 1943 yılında kaleme aldığı ve 1920-30’ların New York’unda
gökdelenlerin yapılma aşamasında geçen olayları anlatan romanı. Kitabın
orijinal ismi “Fountainhead”. Hayatın kaynağı Howard Roark adındaki idealist
genç bir mimarın hayatını incelemekte. Kendisi, bina dizaynında hüküm süren
zevklere sırf çıkarı için boyun eğip, artistik ve kişisel görüşünde uzlaşmaya
varmaktansa, karmaşıklık içerisinde çabalayıp kendi doğrusu için savaşmayı göze
almış.
Kitabın
kahramanı Howard Roark’un kendi doğrularını kabul ettirmedeki sıkıntıların
benzerini yazarı Ayn Rand da kitabını yayınlatana kadar yaşamıştır. Kitap 12
yayımcı tarafından reddedilmiş ve sonunda genç bir editör Bobbs-Merrill
Şirketine dayatması sonucu yayımlanabilmiştir. Genç editörün şu şekilde bir
dayatmada bulunduğu bilinir : “Eğer bu size göre bir kitap değilse, ben de o
zaman size göre bir editör değilim.” Tüm olumsuz eleştirilere rağmen kitap yüzbinlerce
insan tarafından okunmuştur. Roman, 1949 yılında Gary Cooper’ın başrolde
bulunduğu ve planının Rand tarafından kaleme alındığı bir Hollywood filmi
olarak da seyirciye ulaşmıştır.
Bizde geçtiğimiz yıl popüler olan “Azra Kohen’in yazdığı Fi,
Çi ve Pi adlı seri” ye de ilham vermiş, aynı temayı işleyen bir eser Hayatın
Kaynağı…
Kitabın
ana fikri aşağıdaki alıntıda gizlidir:
Kollektif
beyin diye bir şey yoktur. Kollektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın
vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme sürecidir, ya da birçok bireysel
düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir. Birincil
eylem.. yani mantık yürütme süreci... bir tek kişinin tek başına yapması
gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama kolektif
bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak
için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka birinin yerine düşünmek için de
kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir.
Paylaşılamazlar ve devredilemezler."
Bir
arkadaşımın israrla okumamı tavsiye etmesiyle alıp okuduğum Hayatın Kaynağı
gerçekten okunmayı hak eden bir roman. Notum 10 üzerinden 10… Daha önce neden okumadığıma hayıflandım
gerçekten. Bence bütün gençlere ve üniversite öğrencilerine okunması tavsiye
edilmeli. Kişisel gelişim ve felsefi konular da içeren bu kitabın tek negatif
tarafı çok kalın olması, bu nedenle okuması zaman alıyor, ama değiyor.
Aşağıda bu kitaptan "neden okunması gerektiğini destekleyen”
bazı alıntılar bulacaksınız:
Aptallıktan yapılan kötülüğü anlarım. “Cehaletten
yapılan kötülüğü de anlarım. Ama bilerek yapılan kötülüğü anlayamam.”
Düşünebildiğin en korkunç tecrübe nedir? Benimki,
bir hücrede, silahsız ve savunmasız durumda, salyası akan bir hayvanla birlikte
kilitli kalmak, ya da bir hastalık sonucu beyni kalmamış bir manyakla kilitli
kalmaktır. O zaman kendi sesinden başka bir şeyin olmaz. Sesin ve düşüncelerin.
O yaratığa haykırır, sana neden dokunmaması gerektiğini söylersin; en güzel ve
etkili kelimeleri bulursun, gerçeğin ifadesi kesilirsin. Canlı gözlerin sana
baktığını görür, ama yaratığın seni duymadığını bilirsin. Ona ulaşamayacağını,
hiçbir şekilde ulaşamayacağını, ama onun yine de kıpırdayıp soluk aldığını,
karşında kendi ihtiyaçlarına göre hareket ettiğini görürsün. Dehşet bu işte. Dünyanın karşısındaki de bu.
İnsanların arasında, bir yerlerde kol geziyor. O yaratık. Beyni yok, içine
kapalı, hiç etkilenmeyen, ama kendi amacı, kendi kurnazlığı olan tek bir şey.
Tek bildiğim bu. Onun var olduğu. Amacını bilmiyorum. Ne tür bir şey olduğunu
da bilmiyorum.
Bir mimarın kötü bir mimar olduğunu kanıtlayarak
onu mahvedemezsin. Ama Tanrı’ya inanmadığı için ya da birisi onu mahkemeye
verdiği için ya da bir kadınla yattığı için mahvedebilirsin. Mantığa uymuyor mu
diyorsun? Tabi uymuyor. O yüzden sonuç veriyor zaten. Mantığa karşı mantıkla
savaşabilirsin. Mantıksızlığa karşı nasıl savaşırsın?
İnsanlar ebediyen kalıcı olmaya nasıl özlem
duyarlar, bilirsin. Ama her geçen günle birlikte biraz ölürler. Onlarla
karşılaştığında, bir bakarsın, geçen sefer gördüğün insan değil artık. Hatta
her saat, kendileri içlerinden bir parçayı öldürürler. Değişirler, inkar
ederler, çelişkilere düşerler; bunun adına da büyüme derler. Sonunda geriye
hiçbir şey kalmaz. Tersine çevirmedikleri, ihanet etmedikleri hiçbir şey
kalmaz. Sanki aslında ortada bir kimlik yokmuş da, şekilsiz bir kitle halinde,
parlayıp sönen sıfatlar varmış gibi.
En kanlı
savaşlar, ya aynı dinin farklı mezhepleri arasında, ya da aynı ırktan gelme
kardeşler arasında çıkan savaşlardır.
Bir
dinleyici kitlesinin karşısında, kendini iyi bir hayırsever gibi göstermek
kolaydır. Ama kendine yutturamazsın. Kendi egon, en sert yargıçtır. Onlar
bundan kaçıyor. Bütün ömürlerini kaçarak geçiriyorlar. Kişisel standartlarına,
kişisel başarılarına dayanarak özsaygı duymaktansa, bir hayır derneğine birkaç
bin toslayıp kendini soylu saymak, o kadar daha kolay ki!
Hangi ahlak sistemi fedakârlık öğütlüyorsa,
sonunda bir süper güç haline gelmiş, milyonları yönetmiştir. Tabii üstünü biraz
süslemek gerek. İnsanlara, kendilerini mutlu eden her şeyi feda ettikleri
zaman, daha yüce bir mutluluğa ulaşacaklarını söylemek zorundasın. Bu konuda
daha fazla açık seçik olman de gerekmez. Koca koca anlamı belirsiz kelimeler
kullan. “Evrensel Uyum” “Ebedi Ruh ”İlahi Amaç” “Nirvana” “Cennet” “Irksal
Üstünlük” “Proletarya Diktatörlüğü”. Yöntemlerin en eskisi budur. Bu oyun yüzyıllardır
oynanıyor, insanlar da hala yutuyor. Oysa sınaması öyle kolay ki! Kendine
peygamber diyenlerin ne söylediğine kulak kabart. Eğer fedakârlıktan söz
ediyorsa, hemen kaç oradan.