Stefan Zweig (stefan tsvayg okunur) maalesef benim daha yeni
keşfettiğim bir yazar. Bilinen en iyi biyografi yazarı olmakla ünlü olan S.
Zweig'ın sadece bir yazar olarak adını bilirdim ama doğal olarak hiç bir
kitabını okumamış olduğum için, hakkında hiç bir fikrim yoktu. Kitaplarını
okudukça kişiliğini de merak ettim ve bakın neler öğrendim ve adama sevgi ve
saygım kat be kat arttı. "Siz ne düşünürsünüz?" bilemiyorum...
Babası Almanya’da varlıklı Yahudi bir sanayici olan S. Zweig çok
iyi bir eğitim gördü ve 5 dil bilen iyi bir yazar oldu. Nazilerin yakmaya
başladıkları ilk kitaplar arasında Yahudi kökenli
Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. 1934'te Gestapo'nun
villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı
ve İngiltere'ye yerleşti.
Zweig, 1937'de ilk karısı Frederike'den
ayrıldı ve bir yıl sonra Portekiz'e yanında Lotte Altman adında bir kadınla gitti
ve onunla 1939’da evlendi. Bu arada 1940'ta Avusturya,
Alman Reich'ına katılmıştı ve Zweig da İngiliz vatandaşlığına geçmek için
müracaat ederek İngiliz tabiiyetine girdi. II. Dünya Savaşı sırasında New York'a, Arjantin'e, Paraguay'a, sonra
oradan Brezilya'ya
gitti. Brezilya’da Zweig, gördüğü büyük ilgi nedeniyle ayrıca Nazilerden artık
çok uzak oluşunun sağladığı güvenlik duygusuyla, Brezilya’ya sürekli yerleşmeye
karar vermişti. Orada 1900’lerin başında "Dünün
Dünyası - Avrupa Anıları" adlı otobiyografisini yazdı ki, bu gençliğini
yaşamış bir yazarın yaşadığı dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını
farkettiğinde eski günlere düzdüğü bir övgüdür.
Ne var ki hem paraca hem de güvenlik açısından hiçbir kişisel
sorununun bulunmaması, Zweig’ı İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç atmosferinden
bütünüyle uzaklaştırmaya yetmedi. Basından ve Brezilya’ya gelip giden
tanıdıklarından savaşın cereyanını ve Nazilerin Avrupa’daki ilerleyişini, bu
arada Gestapo’nun tüyler ürpertici cinayetlerini titizlikle izleyen yazar,
kendini giderek ağırlaşan bir karamsar atmosfere kaptırdı. Sonunda
arkadaşlarına yazdığı mektupta, “Sizler yeni bir gün doğumunu
bekleyebilirsiniz, benim buna gücüm kalmadı…” diye bir not bıraktı. Avrupa’nın
içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da,
Dünya Savaşı çıktığı ve insanlar birbirini
öldürdüğü için, böyle bir dünyayı daha fazla paylaşmaya tahammül edemeyip (karısının
da kendisiyle birlikte intihar etmesi için aşırı israrıyla) karısı Lotte ile
birlikte intihar etti. Ölmeden önce, dünya biyografi
edebiyatında bir eşi daha olmayan “Montaigne” biyografisini de tamamlamış
bulunuyordu.
Latin Amerika’da savaştan epeyce uzakta ve
güvenlikteydi. Ama başkaları ölürken, kendini güvende hissetmeye dayanamayacak
kadar ilgiliydi başkalarının hayatlarıyla. Bu ilgiyi kendi hayatıyla ödedi. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği
karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesi
neden olduğu sanılıyor.
Ölmeden önceki son
sözleri:
Özgür iradem ve açık
bilincimle yaşama veda etmeden önce, son bir görevi mutlaka yerine getirmek
istiyorum. Bana ve çalışmalarıma oldukça iyi ve konuksever bir dinlenme
ortamı sunan bu harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürler. Her geçen gün bu
ülkeyi sevmeyi daha çok öğrendim, dilini konuştuğum ülkenin dünyası çöktükten,
manevi yurdum Avrupa kendini yok ettikten sonra, yaşamımı yeniden başka hiçbir
yerde kuramazdım. Ama altmış yaşından sonra, yeni bir hayata başlamak
için, özel güçlere gereksinim duyuluyor. Bendeki güçlerse yıllardır yersiz
yurtsuz dolaşmaktan dolayı tükendi.
Tam zamanında ve
elim ayağım tutarken, zihinsel faaliyetleri, her zaman için yeryüzünün en
hissedilir sevinci, kişisel özgürlüğü ve en değerli serveti olarak gören bir
yaşama son vermeyi, daha doğru buluyorum. Bütün dostlara selam
gönderiyorum!
Uzun bir geceden
sonra, yeni bir günün doğduğunu da görecekler! Fazlasıyla sabırsız olan ben, onlardan önce
gidiyorum.
(22 Şubat 1942)
Stefan Zweig’ın 3-4 kitabını okuduktan sonra merak
edip hayat hikayesini okudum. Bu kadar tehlikeden uzak iken ve yaşanan acıları
istese kolaylıkta görmezden gelip, çoğumuzun yaptığı gibi göz ardı
edebilecekken bunu yapmamış. Tüm suçlar, faşizm, katliamlar, demokrasi ve
insanlık dışı davranış ve suçlar karşısında (kendinin zerre kadar sorumluluğu
olmamasına karşın) duyarlılık hatta suçluluk duyup hayattan nefret edip kopması
akıl alacak gibi değil. Aslında ben de çok tarih okuyan biri olarak, tarihte
olan akıl dışı vahşet ve haksızlıklar karşısında insanlığımdan utanıp
depresyona girdiğim, bazen de uzun zaman çıkamadığım oluyor. Ama bunun yanında
esas sorumluların ve suçluların sanki hiç bir sorumluluk ve suçları yokmuş gibi
yüzsüzce davranmaları beni çileden çıkartıyor. Peki bu durum değişir mi? Hayır,
değişmez. "Bilinen yazılı tarihte okuduğum kadarıyla" 6000 yıldır
değişmemiş, önümüzdeki 15-20 yılda mı değişecek? Bir doğal seleksiyon olana
kadar bu duruma alışmalıyız, ama kabullenmeden. Sistemin bir parçası, uydusu,
çarkı olmayı kabul etmeden…