20 Aralık 2016 Salı

İSTANBUL HİLTON OTELİ'NİN İLGİNÇ HİKAYESİ: ZSA ZSA GABOR VE ATATÜRK

Bu ilginç hikayeyi yıllar önce Can Dündar yazmış, daha sonra da Osman Tamburacı, Can Dündar’ın izniyle Yeni Şafak’ta yeniden yayınlamış, ufak tefek değişikliklerle. Tarihe ilginç bir katkı olacağını düşünerek fotoğraflarla süsleyip, biraz da ben kırpıp, eklemeler de yaparak bloğuma ekleyeyim dedim. Benim çok ilgimi çekti, umarım sizin de ilginizi çeker. Hele JA JA GABOR da dün ölünce tekrarlamak FARZ oldu....

İstanbul Hilton Oteli"nin hikayesi Ja Ja"yla başlıyor
Yıl 1955… Mevsimlerden yaz. Sıcak mı sıcak…
Türkiye''nin 5 yıldızlı ilk oteli, beş gün beş gece süren muhteşem bir gösteriyle açılıyor. Dillere destan bu törene zamanın yürek titreten Hollywood yıldızları da katılıyor. İstanbul Hilton, Hilton Oteller zincirinin ABD dışında açtığı 3. otel.
İnanılır gibi değil! Onca dünya şehri dururken “niye İstanbul” sorusu geliyor insanların aklına…
Günümüz gençliğinin daha çok torunu Paris'i tanıdığı Amerikalı milyarder Conrad Hilton, önemli Avrupa başkentleri dururken, o zamanlar daha Boğaz köprüleri bile olmayan, dünya ile, tarihi dışında bütünleşmemiş Müslüman İstanbul'a otel açmak cesaretini nereden buluyor acaba?
Sorunun cevabı çok basit;

İstanbul Hilton'u bir aşk hikayesine borçluyuz. Ja ja adlı Tatar kızı olayın kahramanı… Macaristan (Hungary) diye bilinen ülkenin başkenti Budapeşte'de kalabalık bir ailede doğmuş. Güzelliği dillere destanmış.
O kadar güzelmiş ki, daha 13 yaşında gencecik, körpecik bir kız iken Macaristan Güzellik Kraliçesi olmuş… Dünya onu Miss Hungary diye tanımış.
Tatar ailesinin, Türk Büyükelçiliği'nde "Burhan" adlı bir tanıdığı hatta tanıdıktan öte aile dostları olan biri varmış… 1930'ların ortalarında Hitler Almanya'sında zulüm artıp savaş kapıya dayanınca aile “bu kız burada ziyan olacak” diye Burhan'dan Ja Ja'yı Türkiye'ye götürmesini istemiş. Ja Ja, kendisinden 28 yaş büyük Burhan'la Macaristan'dan Türkiye''ye göçmüş….
İşte bu maceralı seyahat aşk var mı, yok mu bilinmez ama bir evlilik doğurmuş. 1930'ların Türkiye'sinde taassup, tutucu aile ortamı mahalle baskısıyla birleşince evlilik kaçınılmaz olmuş. Kısa süre sonra orta yaşlı bir adamla alımlı çalımlı, dünya güzeli küçük bir kızın beraber yaşaması dedikodulara yol açacağından evlenmeye karar vermişler.
Bundan sonrasında rivayet olunur ki Burhan, Ja Ja'ya eşi gibi değil babası gibi davranmış hep...
***
Onca yaş farka rağmen bir evlilik… Belki de bir kaçısın getirdiği, kaçıştan beter sarılış... Hilton Oteli''nin hikayesiyle aydınlığa çıkıyor…
***
O küçük kız, Miss Hungary yıllar sonra Hollywood'da sürdürüyor yaşamını. Hem de çok ilginç bir safahatin ardından…
Dünya çapında bir yıldızdır artık küçük Ja Ja… Dünya sinema sahnelerinin aranan aktristidir şimdi o…
Yeni adı ise; “Zsa Zsa Gabor…”
Beverly Hills'deki muhteşem villasında yaşıyor.
Türkiye yıllarınıysa şöyle anlatıyor;
'Burhan Bey'le Türkiye'ye geldikten sonra Atatürk'ü de tanıdım… İsmet İnönü'yü, Mevhibe Hanım'ı… “Mevhibe Hanım”ın küçük oğlu Erdal'ı… Onlarla çok haşir neşir oldum…
Bir gün Karpiç'te Atatürk'le tanıştım, “ilk görüşte vuruldum”, o gece onunla dans ettim ve bir süre sonra da… “Ayrılmaz bütün olduk… İlişkimiz 6 ay kadar, yatılı okul dönemindeki haftalık buluşmalar gibi devam etti.”
Yalan mı, doğru mu bilinmez… Bunlar Zsa Zsa Gabor''un samimi itirafları…
Atatürk ölünce de Zsa Zsa, eşi Burhan Asaf Belge'den boşanmış, 1939'da Türkiye''yi terk etmiş..
***
Atatürk''ü "Maço... Maço... Maço..."diye tarif ediyor Gabor…
"Daha sonra evlendiği bütün kocalarımda onu aradım" diyor… Zsa Zsa Gabor tam sekiz evlilik yapmış bir rekortmen ayrıca…
Conrad Hilton ile
Bizim küçük Ja Ja sonraki Gabor, cebinde Türk pasaportuyla Amerika'ya gittikten sonra oteller zincirinin sahibi Conrad Hilton'la tanışır. 1942'de evlenirler… Eşlerden Gabor, Türkiye hayranıyken kocası Conrad ise haritada İstanbul'un yerini bile bilmez haldedir!...
Gabor; “mutlaka Türkiyeyi tanımalısın, İstanbul'a mutlaka bir otel açmalısın” diye kocasının başının etini yer… Sonunda Bay Hilton İstanbul’da bir Hilton açmaya karar verir… Zsa Zsa Gabor ve Hilton 1946'da boşanır ama bu evlilikten Türkiye bir otel kazanır.
Macar asıllı Amerikalı sinema yıldızı 93 yaşındaki Zsa Zsa Gabor’un otobiyografisini onun adına kaleme alan ABD’li gazeteci yazar Wendy Leigh, İngiliz Daily Mail gazetesinde yayınlanan bir makalesinde ilişki yaşadıkları öne sürülen ünlü yıldız ve Atatürk hakkında yeni bir iddia ortaya attı.

Gabor’un 35 yıllık arkadaşı olan Leigh, “Zsa Zsa bana gençliğinde Modern Türkiye’nin kurucusu olan Atatürk’ün kendisine romantik ilişkilerinin bir sembolü olarak yakutlarla süslü bir ‘Fatma’nın Eli’ mücevheri hediye ettiğini söyledi” dedi. Bunun doğru olup olmadığını bilmediğini ifade eden gazeteci, Gabor’un birçok tuhaf hikayesinin sonunda gerçek çıktığına da dikkat çekti. Haberde ayrıca 1941 yılında boşandığı ilk eşi Türk siyasetçi Burhan Asaf Belge’nin ardından 8 kez daha evlenen Gabor’un zamanının ABD Başkanı Richard Nixon ile de gizli bir ilişki yaşadığı öne sürüldü. 
Zsa Zsa Prens Frederic von Anhalt ile 
1958 yılında “En Göz Alıcı Aktris” kategorisinde Altın Küre’yi kazanan oyuncu, yanda kendisinden 30 yaş küçük olan 9’uncu eşi Prens Frederic von Anhalt ile birlikte. Unvanı da Anhalt Prensesi…

Aşağıda yaptığı evlilikler kronolojik sırayla görülmektedir:
·         Burhan Asaf Belge (1937 – 1941; boşandı)
·         Conrad Hilton (1942 – 1947; boşandı)
·         George Sanders (1949 – 1954; boşandı)
·         Herbert Hutner (1962 – 1966; boşandı)
·         Joshua S. Cosden, Jr. (1966 – 1967; boşandı)
·         Jack Ryan (1975 – 1976; boşandı)
·         Michael O'Hara (1976 – 1983; boşandı)
·         Felipe de Alba (1983 – 1983; feshedildi)
·         Frédéric Prinz von Anhalt (1986 – ?)

85 yaşında Sunset Bulvarı’nda büyük bir trafik kazası geçiren Miss Gabor bugün 99 yaşında bir yatalak… Kazadan sonra kısmen felç olan ve ardından 2 kez daha felç geçiren Zsa Zsa'nın, enfeksiyon nedeniyle sağ bacağı da diz üstünden kesilmiş vaziyette. Son 5 yıldır yaşam desteğiyle yaşayan ünlü yıldız 18.12.2016'da yaşamını yitirdi. Allah taksiratlarını affetsin...

Kaynaklar:

21 Ocak 2016 Perşembe

DOĞRU OLAN MI, YOKSA TOPLUMA UYGUN OLAN MI? BİR KİTAP ANALİZİ: HAYATIN KAYNAĞI - AYN RAND

Sonunda 974 sayfa ve 6 punto, cep kitap formunda yazılmış ama cebe sığmayan Ayn Rand'ın yazdığı "Hayatın Kaynağı"nı bitirebildim. 

Zaman zaman hep düşünmüşüzdür: “Acaba doğru bildiğimi mi yapsam, yoksa benden bekleneni mi?” Ben de dahil ezici çoğunluğumuz bizden bekleneni yapmıştır. Bu nedenle hem biz, hem de bizden beklentisi olanlar mutlu olmuştur veya mutlu olduğunu sanmışızdır. Ama tarihe baktığımızda topluma yön veren veya çağ atlamaya sebep olanlar bizim gibi düşünenler değil, “bizim toplum dışı, garip ya da sıra dışı yani aykırı kişi” olarak adlandırdıklarımızdır. Bu kitabı okuduğumda Howard Roark’a hem kızdım, hem imrendim, hem de kendimi suçladım. Ama şu bir gerçek ki, herkes Howard Roark olamaz. Hepimizin çevreden, eğitimden ve aileden gelen kalıplanmışlıklarımız var. Bunun dışına çıkmayı maalesef pek çoğumuz göze alamaz. Ya da kalıba uygun davranmanın verdiği ödüller ve rahatlık bizi bundan alıkoyar. 


Hayatın Kaynaği Ayn Rand’ın 1943 yılında kaleme aldığı ve 1920-30’ların New York’unda gökdelenlerin yapılma aşamasında geçen olayları anlatan romanı. Kitabın orijinal ismi “Fountainhead”. Hayatın kaynağı Howard Roark adındaki idealist genç bir mimarın hayatını incelemekte. Kendisi, bina dizaynında hüküm süren zevklere sırf çıkarı için boyun eğip, artistik ve kişisel görüşünde uzlaşmaya varmaktansa, karmaşıklık içerisinde çabalayıp kendi doğrusu için savaşmayı göze almış.

Kitabın kahramanı Howard Roark’un kendi doğrularını kabul ettirmedeki sıkıntıların benzerini yazarı Ayn Rand da kitabını yayınlatana kadar yaşamıştır. Kitap 12 yayımcı tarafından reddedilmiş ve sonunda genç bir editör Bobbs-Merrill Şirketine dayatması sonucu yayımlanabilmiştir. Genç editörün şu şekilde bir dayatmada bulunduğu bilinir : “Eğer bu size göre bir kitap değilse, ben de o zaman size göre bir editör değilim.” Tüm olumsuz eleştirilere rağmen kitap yüzbinlerce insan tarafından okunmuştur. Roman, 1949 yılında Gary Cooper’ın başrolde bulunduğu ve planının Rand tarafından kaleme alındığı bir Hollywood filmi olarak da seyirciye ulaşmıştır.


Bizde geçtiğimiz yıl popüler olan “Azra Kohen’in yazdığı Fi, Çi ve Pi adlı seri” ye de ilham vermiş, aynı temayı işleyen bir eser Hayatın Kaynağı…

Kitabın ana fikri aşağıdaki alıntıda gizlidir: 
Kollektif beyin diye bir şey yoktur. Kollektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme sürecidir, ya da birçok bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir. Birincil eylem.. yani mantık yürütme süreci... bir tek kişinin tek başına yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler."

Bir arkadaşımın israrla okumamı tavsiye etmesiyle alıp okuduğum Hayatın Kaynağı gerçekten okunmayı hak eden bir roman. Notum 10 üzerinden 10…  Daha önce neden okumadığıma hayıflandım gerçekten. Bence bütün gençlere ve üniversite öğrencilerine okunması tavsiye edilmeli. Kişisel gelişim ve felsefi konular da içeren bu kitabın tek negatif tarafı çok kalın olması, bu nedenle okuması zaman alıyor, ama değiyor.

Aşağıda bu kitaptan "neden okunması gerektiğini destekleyen” bazı alıntılar bulacaksınız:

Aptallıktan yapılan kötülüğü anlarım. “Cehaletten yapılan kötülüğü de anlarım. Ama bilerek yapılan kötülüğü anlayamam.”

Düşünebildiğin en korkunç tecrübe nedir? Benimki, bir hücrede, silahsız ve savunmasız durumda, salyası akan bir hayvanla birlikte kilitli kalmak, ya da bir hastalık sonucu beyni kalmamış bir manyakla kilitli kalmaktır. O zaman kendi sesinden başka bir şeyin olmaz. Sesin ve düşüncelerin. O yaratığa haykırır, sana neden dokunmaması gerektiğini söylersin; en güzel ve etkili kelimeleri bulursun, gerçeğin ifadesi kesilirsin. Canlı gözlerin sana baktığını görür, ama yaratığın seni duymadığını bilirsin. Ona ulaşamayacağını, hiçbir şekilde ulaşamayacağını, ama onun yine de kıpırdayıp soluk aldığını, karşında kendi ihtiyaçlarına göre hareket ettiğini görürsün.  Dehşet bu işte. Dünyanın karşısındaki de bu. İnsanların arasında, bir yerlerde kol geziyor. O yaratık. Beyni yok, içine kapalı, hiç etkilenmeyen, ama kendi amacı, kendi kurnazlığı olan tek bir şey. Tek bildiğim bu. Onun var olduğu. Amacını bilmiyorum. Ne tür bir şey olduğunu da bilmiyorum.

Bir mimarın kötü bir mimar olduğunu kanıtlayarak onu mahvedemezsin. Ama Tanrı’ya inanmadığı için ya da birisi onu mahkemeye verdiği için ya da bir kadınla yattığı için mahvedebilirsin. Mantığa uymuyor mu diyorsun? Tabi uymuyor. O yüzden sonuç veriyor zaten. Mantığa karşı mantıkla savaşabilirsin. Mantıksızlığa karşı nasıl savaşırsın?

İnsanlar ebediyen kalıcı olmaya nasıl özlem duyarlar, bilirsin. Ama her geçen günle birlikte biraz ölürler. Onlarla karşılaştığında, bir bakarsın, geçen sefer gördüğün insan değil artık. Hatta her saat, kendileri içlerinden bir parçayı öldürürler. Değişirler, inkar ederler, çelişkilere düşerler; bunun adına da büyüme derler. Sonunda geriye hiçbir şey kalmaz. Tersine çevirmedikleri, ihanet etmedikleri hiçbir şey kalmaz. Sanki aslında ortada bir kimlik yokmuş da, şekilsiz bir kitle halinde, parlayıp sönen sıfatlar varmış gibi.

En kanlı savaşlar, ya aynı dinin farklı mezhepleri arasında, ya da aynı ırktan gelme kardeşler arasında çıkan savaşlardır.
Bir dinleyici kitlesinin karşısında, kendini iyi bir hayırsever gibi göstermek kolaydır. Ama kendine yutturamazsın. Kendi egon, en sert yargıçtır. Onlar bundan kaçıyor. Bütün ömürlerini kaçarak geçiriyorlar. Kişisel standartlarına, kişisel başarılarına dayanarak özsaygı duymaktansa, bir hayır derneğine birkaç bin toslayıp kendini soylu saymak, o kadar daha kolay ki!


Hangi ahlak sistemi fedakârlık öğütlüyorsa, sonunda bir süper güç haline gelmiş, milyonları yönetmiştir. Tabii üstünü biraz süslemek gerek. İnsanlara, kendilerini mutlu eden her şeyi feda ettikleri zaman, daha yüce bir mutluluğa ulaşacaklarını söylemek zorundasın. Bu konuda daha fazla açık seçik olman de gerekmez. Koca koca anlamı belirsiz kelimeler kullan. “Evrensel Uyum” “Ebedi Ruh ”İlahi Amaç” “Nirvana” “Cennet” “Irksal Üstünlük” “Proletarya Diktatörlüğü”. Yöntemlerin en eskisi budur. Bu oyun yüzyıllardır oynanıyor, insanlar da hala yutuyor. Oysa sınaması öyle kolay ki! Kendine peygamber diyenlerin ne söylediğine kulak kabart. Eğer fedakârlıktan söz ediyorsa, hemen kaç oradan.