Geçtiğimiz
kış Yılmaz Erdoğan’ın bir filmi oynadı sinemalarda: hayatı,
şiiri, aşkı ve ölümü paylaşmış iki gencin, Muzaffer T. Uslu’yla, Rüştü
Onur’un kelebek ömrü kadar kısacık hayatlarını anlatan bir film
“Kelebeğin Rüyası”
2. Dünya Savaşı’nın korkunç günlerinde, Türkiye’nin
kömür merkezi olan, işçi kenti Zonguldak’ta başlıyor, zincirlenmiş mahkûmların
Nazi toplama kampından farksız bir şekilde madene götürüldüğü sahneler var.
Filmi seyredince daha çok iki gencin romantik
aşklarına, yaşadıkları sefalet ve yoksunluklara rağmen yaşama sevinçlerine ve
modern Pollyanna gibi düşüncelerine kaptırıp gidiyor insan. Ama filmin bazı
yerlerinde geçen “mükellefiyet” kelimesi ve zaman zaman filme dahil olan maden
işçileri de bir şekilde dikkat çekiyorsa da pek vurgulanmıyor.
Merak edip internetten “nedir bu mükellefiyet” diye
bir araştırayım dedim. Okuduklarımdan filmin içinde “belki de henüz kendimizle
yüzleşmeyi beceremediğimizden” pek de işlenmeyen, sadece yüzeyel bir şekilde
geçiştirilen bir insanlık dramı olduğunu fark ettim. Bu konuda şimdiye kadar
sadece üç kitap yazıldığını gördüm. Sık gittiğim bir kitapevine sipariş
ettiğimde ancak ikisini bulabildiler. “Metin Köse’nin Mükellefiyet” ve “İrfan
Yalçın’ın Ölümün Ağzı” kitapları. Metin Köse’nin kitabı 1867 yılında
Osmanlı’nın çöküş döneminde 21 yıl süreyle o yörede yaşayan köylülere uygulanan
zorunlu maden işçiliğini, İrfan Yalçın’ın kitabı ise 1940’da yine aynı yöre
köylülerine 8 yıl süreyle uygulanmış zorunlu maden işçiliğini anlatıyor. İkisini
de okudum ve öğrendiklerim yüzünden tüylerim diken diken oldu.
"Osmanlı’nın kömür ihtiyacını karşılamak için Karadeniz Ereğli’ye gönderilen Dilaver Paşa, meşhur nizamnamesini (1867) yayımlar. 21. madde şöyle: “Ereğli’de 13-50 yaşındaki erkekler kazmacı, kürekçi, direkçi olarak çalışmakla mükelleftir.” 30. maddede ise “her kim ki çalışamaz duruma gele, eşeğe bindirilip köyüne gönderile.” şeklindedir. "Bu ancak ölenlere veya çalışamayacak kadar sakatlananlara tanınan bir haktır".
1. mükellefiyet’in uygulamaya konması ile başlangıçta 30
bin okka olan aylık üretim 250 bin okkaya çıktı. İkinci mükellefiyet’te çalışma
şartları daha ağırdı. İnsanlar zorla madene sokuldu. Üretimi artırmak, disiplini
sağlamak ve kaçanları engellemek için insanlara işkence yapıldı. Madenlerden
kaçmaları önlemek için Devrek’te bir jandarma tümeni kuruldu. Bu jandarmaların
yaptığı zulüm ve haksızlık düşman askerlerinin yaptıklarından hiç farklı
değildi. Çürük raporu alabilmek için amele birliği hastanesi’ndeki doktorlara,
öküzlerini, tarlalarını satarak rüşvet veren insanlar vardı. Parası, tarlası
olmayanlar da madenden kurtulabilmek için elini, ayağını kesiyordu. Amaç sadece
üretimi artırmak olduğundan hiçbir güvenlik önlemi alınmadığı için çok sık
grizu patlamaları ve göçüklerde toplu ölümler oluyordu. Ayrıca açlık, verem, pnömokonyoz gibi hastalıklar, soğuk ve bit başta olmak üzere parazitler, ağır çalışma şartlarına tuz biber ekiyordu.
Demiryolu yatırımlarının, askeri fabrikaların, şileplerin, vapurların, elektrik
santrallerinin, fabrikaların kömür ihtiyacının aksamaması gerekiyordu. Kömürün
merkezi Zonguldak’tı. Doğal olarak bu kadar kötü koşullarda, aç ve sefil bir durumda hiç kimse çalışmak
istemiyordu. Önce sıkıyönetim ilan
edildi 1940’ta ve 1947’ye kadar sürdürüldü.
1 Mart 1940’ta ilçe ve
köylerden işçi toplamak için ‘İş Mükellefiyeti Müdürlüğü’ kuruluyor. Çalışma
saatleri belli değil, yatacak, barınacak yer yok. Dayak, küfür, parasızlık,
adam kayırma var ve iş sağlığı diye bir kavram bilinmiyor. Bu şartlara tahammül edemeyerek
kaçanlardan ‘işçi taburları’ oluşturuluyor. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla
birlikte günde 8 saat olan çalışma süresi 11 saate çıkarılıyor. 1957’deki
grizu faciasında dedeoğlu köyünün bütün erkekleri ölüyor. Katır bile insandan değerliydi ocaklarda.
Madende şartlar çok ağır, ücretler çok düşük, kötü muamele var. Bir nohut yemeği tabağından 8 taş çıkıyordu. Bir ayda 70 gram sabun veriliyor, hastalıklar artıyordu. Kaçan bile zulümden kurtulamıyordu. Jandarma esir kovalar gibi kaçak işçilerin peşine düşüyordu. Evlere baskınlar düzenleniyordu. İşkencenin bini bir paraydı. Kaçanların ailelerine her türlü zulüm uygulanıyor, jandarmalar kaçanların karılarını ceza olarak dağa kaçırıp tecavüz ediyordu.
Bu iki kitabı da okuduktan
sonra oturup düşündüm. Uyduruk bir kanunla insanları "köle gibi boğazı tokluğuna
bile değil, sefil şartlarda" çalıştırmak için her türlü şiddet, haksızlık, zulüm
yapılabiliyor. Bunu yapmak için de yine aynı milletin çocuğu olan jandarmalar
kullanılıyor. Yetmiş yıl ara ile benzer
acılar ve benzer zulümler yaşanıyor. Ve her seferinde vatandaşlarına, kardeşlerine "düşmana bile yapılmaması gereken bu zulmü yapanlar, yapabilenler" yine aynı milletin çocukları.
1950’li yılların sonunda Demokrat Parti’nin halka
polisi kullanarak zulmetmesi, 1980’li yıllarda ordunun asker kullanarak işkence dahil her türlü kötü muamelesi,
günümüzde de yine hükümetin polis gücüyle halkı sindirmeye çalışması hep aynı
kısır döngüyü işaret ediyor. Yöneticilerde hak, hukuk ve adalet gibi insani
özelliklerin olmadığı dönemlerde kullanılabilecek ve yöneticilerin istediğini yapabilecek
aracılar, yani maşalar bulmak hiç de zor olmuyor. Hatta daha da acısı, bu
aracıların bazen amirlerinin bile bilgisi dışında “kraldan çok kralcı”
olabildikleri, “vur deyince öldürdükleri”, kendi vahşiliklerini ve iğrençliklerini
fırsat değerlendirir gibi ortaya çıkarmaları insanı dehşete düşürüyor. Bu tip insanlar
toplumda bizler gibi normal bir yaşam sürdürürken, zamanı gelip de içlerindeki
kötülükleri çıkarma fırsatını bulduklarında "kurt adam gibi" tanınamaz oluyorlar.
Keşke Yılmaz Erdoğan filminde iki genç şairin aşkları ve yaşamlarına verdiği önem kadar, maden ocaklarında yaşanan drama da yer verebilseydi. Bazı korku, siyasi kaygı ve çekincelerini göz ardı edebilseydi. Acılarımızla ve geçmişimizle yüzleşmeyi öğrenebilseydik. Belki tarihin tekrar etmesi önlenebilirdi.
Doğal olarak bu dram sadece o döneme özgü olmayıp, "dünyanın her yerinde, her zaman diliminde ve her fırsatta" karşımıza çıkabildiği için bu gerçekleri bilmekte, öğrenmekte ve ders almakta yarar var diye düşünüyorum...
4 yorum:
Merhaba Ergün Bey,
Yazınızla birlikte Türk ulusunun hazin öykülerinden bir tanesini daha okuyarak haberdar oldum... Öyle işte; esmer günler hep bu millete düşüyor.. Ancak unutulmamalı ki Bolu beylerinin olduğu yerde bir Köroğlu çıkar...
Öte yandan Yılmaz Erdoğan adı beni hep ürkütmüştür. Zira onun rolü belli... Saygılarımla,
Sevgili Sınıfdaşım Ergün Kardeşim, emeğine, kalemine sağlık, ne kadar güzel anlatmışsın. Bu konuyu sayende öğrenmiş oldum, Yılmaz Erdoğan'ı malûm sebeplerden ötürü artık izle(ye)mediğim için duymamıştım bu "mükellefiyet" kavramını. Acı, özellikle Cumhuriyet Döneminde tekrarlanmış olması çok acı ama dediğin gibi bunlarla yüzleşebilmeliyiz ki tekrarlanmalarına engel olabilelim. Teşekkürler.
Sayenizde başka bir bakış açısına ulaştım. Ne yazık kı Türkiye de iktidarlar değişsede kafalar değişmiyor :(
Kaleminize sağlık, daha sık yazın lütfen :)
2 gün önce Heybeliada'ya kadar gidip de, yine sanatoryumu gezemedim.
Umarım birlikte gideriz yakında...
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/405984/Kelebegin_Ruyasi_ve_Mukellefiyet....html
Yorum Gönder